Tanzimat Döneminde Roman ve Hikaye

22 Mayıs 2013 tarihinde tarafından eklendi.

HİKÂYE – ROMAN

Modern tiyatro gibi, modern hikâye ve roman anlayışı da edebiyatımıza Tanzimat’la birlikte girer. Ancak, daha önceki dönemlerde de edebiyatımızda çok eski sayılan bir hikâye anlatma (tahkiye) geleneği vardır. Modern hikâye ve roman türlerinin başlangıcı sayılabilecek bu anlatım türlerinin içine manzum, mensur veya manzum – mensur karışık dinî ve destanı hikâyeler, halk hikâyeleri, mensur hikâyeler, mesneviler, meddah hikâyeleri ile halk masalları girer.

Modern hikâye ve roman, edebiyatımıza önce tercümeler yoluyla girer, ilk yerli hikâye Ahmet Midhat Efendi‘nin 1870 yılında yayınladığı Kıssadan Hisse ve aynı yıl beş cüzü yayınlanan Letâif-i Rivâyât serisiyle başlar. Kıssadan Hisse’de eski hikâye geleneğini devam ettiren yazar, Letâif-i Rivâyât serisindeki hikâyeleri ile Avrupai tarzda hikâyeye yaklaşır. Bu serinin ilk hikâyesi “Sû-i zan” adını taşır. Seri, yirmi beş hikâye ile 1895’de tamamlanır ve devrin bütün temleri bu hikâyelerde yer alır. Üslûpça eskiye bağlı olsa bile, bu hikâyeler bazı gözlemler ve bakış tarzıyla eski hikâyelerden çok ayrıdırlar.

Bu konuda bir başka denemeyi Emin Nihat Müsâmeretnâme ile yapar. 1871’den itibaren cüz cüz yayınlanan ve 1875 yılında tamamlanan bu hikâyeler kısmen eski hikâye geleneği üslûbu ile kaleme alınmıştır. Ancak olayların düzenlenişi, olay kahra­manlarının çevreleriyle ilişkileri yönünden eski hikâyelerden ayrılırlar.

Batılı anlamda ilk kısa hikâye yazarımız Sami Paşazade Sezai‘dir. Küçük Şeyler adlı kitabındaki hikâyelerinde dışa olduğu kadar insan ruhundaki değişimlere de önem verir. Sami Paşazade Sezai’yi takip eden ilk realist yazarımız ise Nabizâde Nâzım‘dır. Edebiyatımızda Batı tarzı hikâyenin olgun örnekleri ise Servet-i Fünûn dönemi sanatçıları tarafından verilir.

Roman geleneği ise Tanzimat’tan önce edebiyatımızda örneği bulunmayan bir türdür. Tercümeler yoluyla edebiyatımıza giren ilk roman Fenelon’un Telemaque (Telemak, 1862) adlı eseridir. Didaktik yönü ağır basan bu eser Yusuf Kamil Paşa tarafından dilimize çevrilmiştir. Bunu, Victor Hugo‘nun Sefiller‘inin bir özeti olan Mağdûrin Hikâyesi (1862) izler. Çevirmenin adı verilmeden Ceride-i Havadis‘te tefri­ka edilen bu çeviriden sonra Ahmet Lütfi Efendi Robinson Cruzoe (Robenson Kruze, 1863)’yu Arapçadan çevirir. Teodor Kasap. Alexandre Dumas (Aleksandır Duma)’dan Monte Cristo (Monte Kristo) çevirisini yapar ve Hayal gazetesinde yayınlanır (1871 -1873). Bu çevirileri Le Saye’nin Topal Şeytan’ı, Chateaubriand (Şatöbiryan)’ın Atala ve Bernardin de Saint Pierre (Bernard dö Sen Pier)’in Paul et Virginie (Pol ve Virjini) takip eder.

İlk telif roman Şemsettin Sami’nin Taaşşuk-ı Talât ve Fıtnat (1872)’ıdır. Şive taklitleri, hikâyedeki masalımsı tesadüf unsurlar, yazarın eski şekli yeniye uydurma çabasını gösterir. Aynı tavır Ahmet Midhat Efendi‘de de görülür. Bütün eserlerinde öğretici (didaktik) bir yan bulunan Ahmet Midhat Efendi’nin maksadı, okuyucusunu eğitmektir.

İlk edebî roman özelliği taşıyan eser, Namık Kemal‘in İntibah (1876)’ıdır. Namık Kemal, romanı “sosyal fayda” sağlamakta bir araç olarak görür. İntibah, kusurlarına rağmen, değişen insanı verir, ikinci denemesi Cezmi (1881) ise ilk tarihî romanımızdır.

Sami Paşazade Sezâî, tek romanı Sergüzeşt (1889) te esaret karşısındaki tepkisini ortaya koyar. Recaîzâde Mahmut Ekrem, iki küçük hikâyeden sonra yazdığı Araba Sevdası‘nda batılılaşmanın yanlış anlaşılmasının acı sonuçlarını realist bir anlayışla or­taya koyar. Nabizâde Nazım, Karabibik adlı uzun hikâyesi ile köy gerçekçiliğini dener­ken, Zehra‘da psikolojik bozukluğun yol açtığı kötü sonuçları işler.

Tanzimat yazarları yaptıkları bu denemelerde tip yaratmakta başarılı sayılmazlar. Romanlarda genellikle iyiler hep iyi, kötüler hep kötü olarak ele alınır, hikâye ve ro­manlar bir ibret dersi ile sonuçlandırılır. Tanzimat yazarları dil ve üslûpta eskiden kopa­mazlar. Bir kısmı halk hikâyeciliği ve meddah üslûbunu benimseyerek halk diliyle ya­zarlar. Ahmet Midhat Efendi’nin açtığı bu yolu Ahmet Rasim ve Hüseyin Rahmi Gürpınar izlemiştir. Diğer bir kısmı ise Dîvan üslûbundan kopamaz; aydınlara hitap eden süslü bir üslûp ve ağır bir dil kullanırlar. Namık Kemal’in açtığı bu yolu ise Nabizâde Nâzım, Sami Paşazade Sezâî ve Recaîzâde Mahmut Ekrem izler. Bu yolu Servet-i Fünûn döneminde Halit Ziya Uşaklıgil devam ettirir.

Hikâyede olduğu gibi romanda da olgun örnekler Servet-i Fünûn döneminde verilir.

Etiketler:

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.

Şu Sayfamız Çok Beğenildi
TAAŞŞUK-I TALAT VE FİTNAT