Tanrısal (İlahi) Anlatıcı Bakış Açısı

3 Aralık 2013 tarihinde tarafından eklendi.

Anlatmaya bağlı edebî metinleri incelemenin dördüncü aşamasında metnin dil ve anlatım özelliklerinin »belirlenmesi vardır.
Öykü, roman gibi yazılı gelenek içinde oluşturulan anlatmaya bağlı edebî metinlerde olay örgüsünü, kişileri, mekânları vb.ni yazarın belirlediği bakış açısının elverdiği genişliğe göre görüp okuyucuya anlatan hayalî kişiye anlatıcı denir. Yani bu tür metinlerde yazar başka, anlatıcı başkadır. Anlatıcıyı var eden de yazardır. Yazar, olay örgüsünü, kişileri, mekânları vb.ni bazen metindeki başkahramanlardan birinin, bazen olay örgüsünü gözlemlemekle yetinen yardımcı kişilerden birinin bakış açısına göre anlatır, bazen de tanrı gibi her şeyi bilen bir anlatıcı yaratır ve olayları, durumları, kişileri vb.ni onun penceresinden anlatır. Anlatmaya bağlı edebî metinlerde, anlatıcıların farklılığına göre üç bakış açısı oluşmuştur: Tanrısal (ilahi, hâkim) anlatıcının bakış açısı, kahraman anlatıcının bakış açısı, gözlemci anlatıcının bakış açısı.

Tanrısal (İlahi, hâkim) anlatıcının bakış açısı:

Bu bakış açısına sahip anlatıcı, kahramanların psikolojik durumlarını, niyetlerini, birbirleriyle mücadelelerini, yaptıkları ve yapacakları her şeyi bilir. Gerçek yaşamda bir kişi başka biriyle ilgili olarak aklından bir şeyler geçirse ama bunu hiç kimseye söylemese hiç kimse bu olaydan, yani o kişinin başka biriyle ilgili olarak aklından bir şeyler geçirdiğinden haberdar olamaz. Ama tanrısal (ilahi, hâkim) anlatıcının bakış açısının kullanıldığı metinlerde, okuyucular, kahramanların akıllarından geçenleri bilirler. Çünkü metnin anlatıcısı, tanrı gibi her şeyi görür ve bilir, okuyucuya da bunları kendi bakış açısının genişliği içinde anlatır.
Elif Şafak’ın “Aşk” isimli romanından alınan aşağıdaki metin parçasında olay örgüsü ve kişiler, tanrısal (ilahi, hâkim) anlatıcının bakış açısıyla görülüp anlatılmıştır.

Tanrısal (İlahi, hâkim) anlatıcının bakış açısı örneği: 

David kızına döndü: “Annenden özür dile çabuk!” dedi. Kaşları çatık, suratı asıktı ama ne inandırıcı, ne de doğaldı somurtkanlığı. “Dert değil. Özür beklediğim yok.” dedi Ella donuk gözlerle.
Jeannette inanmaz bir bakış fırlattı annesine. Ve bir hızla, hışımla, önündeki peçeteyi atıp sandalyeyi ittiği gibi masadan kalktı, mutfaktan fırladı. Bir dakika geçti geçmedi, Orly ve Avi de peş peşe ayaklanıp parmaklarının ucuna basarak çıktılar. Ya beklenmedik bir biçimde ablalarına destek vermek istemiş ya da büyüklerin muhabbetsiz muhabbetlerinden sıkılmışlardı. Onların arkasından Esther Hala da ayaklandı. Son mide asidi tabletini kıtır kıtır çiğneyerek sudan bir bahaneyle sıvıştı.
Böylece masada sadece David ve Ella kaldı. Havada bir acayip gerilim… Karı koca arasındaki boşluk neredeyse elle tutulacak kadar yoğundu. Ve ikisi de gayet iyi biliyordu ki aslında mesele ne Jeannette idi ne de diğer çocukları. Mesele ikisiydi. Ateşi çoktan tavsayan evlilikleri!
David az evvel masaya bıraktığı çatalı eline aldı, ilginç bir şey bulmuş gibi evirip çevirmeye başladı.
— Yani şimdi senin bu dediklerinden sevdiğin adamla evlenmediğin sonucunu mu çıkarmalıyım?
— Hayır hayatım, tabii ki kastettiğim bu değildi.
“Ne kastettin o zaman?” diye sordu David, hâlâ çatala doğru konuşarak: “Oysa ben evlendiğimizde bana âşık olduğunu zannediyordum.” “Âşıktım.” dedi Ella ama eklemeden duramadı: “O zamanlar öyleydin*”
— Peki ne zaman bıraktın beni sevmeyi?
Ella hayret dolu gözlerle kocasına baktı. Ömrü hayatında hiç aynadaki aksini görmemiş birine ayna tuttuğunuzda nasıl şaşırıp kalırsa, o da beklemediği bir hakikatle yüzleşmişçesine donakaldı. Sahi ne zamandır sevmiyordu kocasını?
Hangi eşik, hangi dönüm noktası, hangi milat? Bir şeyler söyleyecek gibi oldu. Kelime bulamadı. Durakladı.
Aslında karı koca her ikisi de her zaman en iyi becerdikleri şeyi yapmaktaydı: Anlamazdan gelmek. Bir boşvermişlik içinde geçip gidiyordu günler. O bildik, kaçınılmaz güzergâhında, mutada amade, alışkanlıklar üzre, donuk ve tekdüze, adeta tembel tembel, biteviye akıyordu zaman.
Birdenbire ağlamaya başladı Ella. Tutamadı kendini. David sıkıntıyla yüzünü çevirdi. Kadınların fazlasıyla sulugöz olduklarını düşünür, bilhassa kendi karısını ağlarken görmekten nefret ederdi. Bu yüzden Ella kocasının yanındayken kolay kolay ağlamazdı. Ama işte bugün olan biten her şeyde bir anormallik vardı. Neyse ki tam o anda telefon çaldı ve ikisini de bu gerilimli anın pençesinden kurtardı.
Telefonu David açtı:
— Alo… Evet, kendisi burada. Bir dakika lütfen…
Ella, uzatılan ahizeyi alırken kendini toparladı, elinden geldiğince neşeli konuşmaya çalıştı:
— Alo, buyurun!
— Merhaba Ella! Michelle ben. Yayınevinden arıyorum. Nasıl gidiyor? Verdiğimiz romanın üzerinde çalışmaya başladın mı diye merak ettim. Editörümüz bir soruver demişti de, onun için aradım. Bizim Steve çok titizdir bu konularda, haberin olsun.
“A, iyi ettin aramakla!” dedi Ella ama içinden sessiz bir of çekti.
Şu ünlü yayınevinde edebiyat editörünün asistanının asistanı olarak ona verilen ilk görev, adı sanı bilinmeyen bir yazarın romanını okumaktı. Evvela kitabı okuyacak, okuduktan sonra da hakkında ayrıntılı bir rapor yazacaktı.
“Söyle Steve’e hiç dert etmesin. Çalışmaya başladım bile!” diye ayaküstü yalan söyleyiverdi Ella. Da-ha ilk işinde Michelle gibi hırslı ve kariyer odaklı bir kızla takışmaya niyeti yoktu. Michelle “Hadi ya, aman çok iyi! Peki nasıl buldun romanı?” dedi.
Ella duraladı, ne diyeceğini bilemedi bir an. Elindeki metin hakkında hiçbir şey bilmiyordu ki. Tek bildiği bunun tarihi, mistik bir roman olduğuydu; bir de meşhur şair Rumi ile onun sufî dostu Şems’i konu edindiği. Bu kadarcıktı bilgisi.
“Şey… eee… valla gayet mistik bir kitap…” dedi işi şakaya vurup, vaziyeti idare etmeye çalışarak.
Ama Michelle hafiflikten ya da espriden anlayacak biri değildi. “Hımm” dedi gayet ciddi. “Bak bence bu işi iyi planlanmalısın. Böyle kapsamlı bir romanın raporunu çıkartmak tahmin ettiğinden uzun sürebilir.” dedi ve telefonda kayboldu.
Michelle’in sesi bir an gitti geldi, geldi gitti. Bu arada Ella telefonun öbür ucundaki genç kadının o anda neler yaptığını kafasında canlandırmaya çalıştı. Bir yandan birilerine talimat yağdırırken bir yandan da yayınevinin yazarlarından biri hakkında New Yorker’da çıkan bir eleştiri yazısına göz gezdiriyor; satış raporlarını denetlerken yeni e-posta geldi mi diye ekranı kolluyor; ton balıklı sandviçini hızlı hızlı yerken lokmasını buzlu kahveyle yumuşatıyor olabilirdi pekâlâ. Beş altı işi birden maharetle yapıyor olmalıydı şu esnada.
“Ella! Oradasın değil mi?” diye sordu Michelle bir dakika sonra geri geldiğinde.
— Evet, burdayım hâlâ.
— Hah, kusura bakma. Burası o kadar yoğun ki kafayı sıyıracak hâle geldim. Kapatmam lâzım. Aman aklında olsun, işin teslimine üç hafta var. Bir bakalım… Bugün mayısın on yedisi. Yani, en geç haziranın onuna kadar rapor elimde olmalı. Anlaştık, değil mi?
“Merak etme.” dedi Ella, sesine mümkün olduğunca azimli bir hava vermeye çalışarak: “Zamanında teslim ederim.”
Ama işte, telaffuz ettiği kelimelerden ziyade, aralara serpiştirdiği suskunluklar, duraklamalardı Ella’nın esas duygularını ele veren. İşin aslı kendisine verilen romanı okumak istediğinden bile emin değildi. Hâlbuki ilk başta gayet hevesli bir şekilde almıştı bu görevi üstüne. Hiç tanınmamış bir yazarın, henüz basılmamış romanının ilk okuru olmak heyecan verici bir oyun gibi gelmişti ona. Romanın ve yazarın kaderinde ufak da olsa bir rol oynayacaktı. Ama şimdi farklı hissediyordu. Pek emin değildi böyle bir metne vakit ayırmak istediğinden. Kendi hayatıyla ilgisi alâkası olmayan bir konusu vardı romanın: Sufizmmiş! Mistisizmmiş! Hele bir de 13. yüzyıl gibi, uzak bir zaman dilimi… Mekân desen daha da uzak: Küçük Asya… Hikâyenin geçtiği yerleri haritada bile bulamazken nasıl kafasını toparlayıp okuyacaktı onca sayfayı? Hiç bilmediği bir konuya zihnini nasıl verecekti?
Bu arada Michelle, Ella’nın tereddütlerini sezmiş olmalıydı. “Ne o? Bir sorun mu var yoksa?” diye sıkıştırdı. Karşıdan hemen bir yanıt gelmeyince de ekledi:
— Ella, bana güvenebilirsin. İçine sinmeyen bir şey varsa bu aşamada bilmemde fayda var.
— İtiraf etmeliyim ki şu sıralar kafam pek yerinde değil. Tarihi bir romana aklımı veremezmişim gibi geliyor. Yanlış anlama, Rumi’nin hayatı ilgimi çekiyor elbette ama bu konulara öyle yabancıyım ki. Hani acaba diyorum, okumam için başka bir roman mı versen bana? Yani daha kolay yakınlık kurabileceğim bir şey olsa…

Etiketler:

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.

Şu Sayfamız Çok Beğenildi
Sergüzeşt