Deneme Örneği

18 Ocak 2014 tarihinde tarafından eklendi.

BİR GÜN NASRETTİN HOCA EŞEĞİNE

Eşek denince, bizde çoğun ilk akla gelen, daha doğrusu gelmesi gereken, Nasrettin Hoca’nın eşeğidir.
Bir gün Nasrettin Hoca’ya eşeğinin, üvez yerken ırmağa düştüğünü haber verdiklerinde Hoca, hepimizin yaptığını yapar: Yitirdiğini aramaya koyulur hemen. Su akıntısı yönünde değil de, ters yönde ama. Yanlış yöne bakı-yorsun, diyenlereyse, neyi nerde arayacağımı benden iyi siz mi bileceksiniz, aradığımı kendi huyu suyu yönünde arıyorum işte, diyerek çevresini susturur. Haklıdır Hoca, gerçekten de çoğumuz, pek çok davranışımızda, “başkamın, başka şeylerin konumundan, nesnel tutumdan çok, kendi huyumuzun suyumuzun yönüne gittiğimizi, bilmem, ayrıca vurgulamam gerekli mi?

Hoca’nın eşek fıkralarına bir başladık mı kolay kolay sonu gelmez. Her birinin tadı tuzu kendine özgü olduğu için hızımızı alamaz, birinden öbürüne seğirtip dururuz. Anlatı eğimini denetim altına almalıyız öyleyse. Güzel şey insanın kendisini tutması. Fıkraları tespih örneği art arda dizmenin ne anlamı var?

Önemli olan, hem Hoca’nın dünyasını, geleneğini hem kendi dünyamızın yaşamını çarpıtmayan bir anlatı sergilemek. Çepeçevre upuygunu kotarmaksa ince iş: Özellikle, Hoca’yla uyum kurmak zor mu zor. ilk bakışta, onun kadar birbiriyle bağdaşmayan eylem, söylem kimde var? Gene de keskince dikkat edersek saptayabiliriz: Hoca’ya uymak, karşılaştığımız olayların derin yapısını yakalamaya dayanır. Desene, yaşamın çelişmelerine ayak uydurmak gerek. Hoca’nın da parmak bastığı böyle bir şey değil mi zaten? Peki, nasıl davranacağız o zaman? Hiç kuşkusuz bizi çevreleyen olayların ortaklaşa akışına göre davranacağız.

Yaşam ne ki, her yaşta öyle ya, hele bir yaştan sonra: sanki düzgünce, derken bunalım içi, derken derken bunalım sonrası, sonra gene… Bütün bu birbirlerinden ayrılmazlık-larsa hızlı hızlı, yavaş yavaş, sonra gene… İşte böylesi bir dolambaç. Eşeğini yitir, eşeğini bul türünden bir şeyler, “şey” denecek bir şey varsa ortada. Üzül sevin, sevin üzül, bir de ne göresin uçmuş gitmiş payına düşen yaşama zamanı.

Kendi çağının kültür çerçevesini aşan uzak görüşlü derin bir kafa Nasrettin Hoca. Bazen Wittgenstein’a (Vitgenştayn), bizim çağımızın gözde filozofuna bile, taş çıkartan inceliklere dokunuyor.
Büyük olasılıkla dikkatten kaçtığı için anımsayalım. Olay şu: Timurlenk’in Anadolu’yu haraca kestiği 15. yüzyıl başlarındayız. Çoluk çocuğuyla birlikte kendi canını kurtarma kaygısıyla, zorbaya eşeğini armağan eder bir köylü. N’apsın zavallıcık, yağmalar ortamında, kala kala bir eşeği kalmıştır elinde. Böylesi bir armağanı övmek amacıyla ne söylenebilir ki? Güç, can yönünden allayıp pulladığı hayvanın rengini boyunu poşunu göklere çıkarıp susar. Baktı ki Timurlenk pek ilgilenmiyor. Hoca gelir aklına: “Sunduğum bu eşek öyle j değerli yetilerle bezenmiştir ki, Nasrettin Hoca’nın elinde olsa kısacık sürede okumayı bile öğrenir.” sözleri çıkar ağzından. İşte o saat keyfi gelir çatık kaşlı hakanın. Buyruğu üzerine çağrılan Hoca’ya, “Eşeği sana bırakıyorum; iyi bak; ona okuma öğret; günü gelince isteteceğim!” der. N’apsın Hoca, Nasrettin Hoca değil mi ama, düşünüp taşınır, çıkar yol bulur. Diş ısırığı işlemez kocaman deriden bir kitap yaptırıp sayfaların arasına eşeğin o çok sevdiği arpa tanelerini boca eder. Sabah akşam eşeğin önüne koyar kitabı. Arpa bu, sayfaları upuzun diliyle bir bir çevirip başını hoşlanmayla sağa sola döndüre döndüre sessizce mideye indirir eşek. Eşeğin duruma alıştığını görünce, arada bir sayfaları arpasız bırakıp eşeğin önüne sürer Hoca. Arpasız kalan eşekse, kuşkusuz, bir anırmadır tutturur o zaman.

Artık hazırdır. Günü gelip de çağrılınca, eşekle birlikte huzura çıkar Hoca. İlkin, kitabı andıran bir deri parçası bırakır eşeğin önüne. Eşek de basar yaygarayı. Ardından, hemen, “Aaa, yanlış olmuş.” dercesine iyice arpa dolu kitabı sürer eşeğin önüne. Geçer karşısına, o da herkes gibi gösterimi izler. Tıs pis olup sayfaları filozofça çevirmeye koyulur eşek. Şaşar kalır herkes. Ama Timurlenk bu, kurnaz adam: “Okumasına okuyor da okuduğunu anlıyor mu?” diye bir soruyla karşı çıkışta bulunur. Durur mu, yapıştırır Hoca: “Okusun, demiştiniz, siz de onayladınız, işte okuyor. Ne anladığına gelince, biz orasını bilemeyiz. Bunu bilmek için eşek olmak gerekir.”

Gel de şimdi, sırası düştükçe ünlü çağrışım uzmanı Pavlov’u işe katma, Wittgenstein’ı anımsama. Nasrettin Hoca’dan beş yüz yıl sonra Philosop-hische Untersuchungen (Filozofişe Unterzuhungen) – Philosophical Inves-tigations (Filozofikıl İnvestigeyşıns) adlı o çığır açan diye nitelediğim kitabında ne söylüyor Wittgenstein? Özdeyişinden aklımda kaldığına göre, savı şu değil mi: “Aslan konuşsaydı, ne dediğini hiçbir zaman anlayamayaçaktık.” Anadolu dehası Nasrettin Hoca ile Avrupa dehası Wittgenstein felsefece akraba insanlardır, demekten kendimi alamıyorum doğrusu.

 Nereye dönsen hoca fıkraları çalınır kulaklarına. Çoğun tatsız tuzsuz anlatıştır bunlar. Millet, Hoca’nın dediğini, yaptığını araç diye kullanıp geçiyor. Oysa sorun çözümü, ipucu, öz eğitim, içyetişim, dünyaya bakış genişliği, daha da başka yakamozlar fışkıran bir kaynak Hoca fıkraları. Ne ki ortaklaşa bir şey gerektirmekte, eli ayağına uygun bir anlatış gerektirmekte. Kestirmeden diyeyim: Bana bir Hoca fıkrası anlat, ne tür dil duygun, ne düzeyde dil zevkin olduğunu söyleyeyim. Abartı değil bu savım; Hoca fıkrası anlatışından, bir insanın yaşama anlayışını, dünya görüşünü bile azıcık çıkarımlayabiliriz. Öyle derme çatma anlatışlarla karşılaşıyorum ki, Hoca fıkralarına nerdeyse hepten uzak durmaktayım. Birkaç demirbaş fıkra var ki, yağlı paslı, eğri büğrü kaplarda hep yeniden pi-şirilip pişirilip önümüze konuyor. Ola ki, bundan, bir Hoca fıkrası da ben anlatsam, hevesine kapılmamam elde mi şimdi? Şöyle gönül bezeği bir şey, hele sıkça boy göstermeyen bir fıkra olsa ne iyi olur: Eşek yitirmekten açtığımıza göre, hadi gelin izlencemizden uzaklaşmayalım.

Nasrettin Hoca eşeğini yitirmez mi gene. Durur mu Hoca, eskileri unutmamış ki, başlar sessiz sessiz, kendi kendine söylenmeye: Bıktım artık, kabak tadı verdi tüysüz, oh olsun, bu kez aramayacağım işte. O gelsin beni bulsun.
Bir süredir eşeksiz gördükleri Hoca’nın, o alıştıkları heyecanıyla eşeği aramadığını saptamakta gecikmez eş dost. İlkin şaşakalırlar; bunda bir iş var deyip susarlar gene de. Aradan aylar geçip de Hoca’nın yaşayıp gittiği açık seçik ortaya çıkınca da: Demek ki, bizim Hoca’nın huyu suyu değişmiş, yargısına varırlar. Ama değişen Hoca olunca n’aparız kaygısına düşer herkes.

Bizim Hoca’ysa bir gün yolda, yörenin eşekbaşısına rastlar. Pek gıkı çıkmasa bile bozeşeği hep aklındadır, kuşkusuz. Değil mi ki fırsat ayağına geldi, hadi sorayım; eşekbaşının her eşekten haberi vardır, diyerek umutla eşeğin yerini sorar ona. Eşekbaşı da, hani sözcüğün tam anlamıyla eşekbaşılar-dandır. Ee, başka türlüsü de yakışmaz eşekbaşına. Birden durumu çakar. İçten içe kıs kıs gülerek düşünür. Herkesin işi onunla, çoğu oto onarımcıları gibi pattadak yapıştırır: Bildiğini sanıyorduk, senin eşek Mısır Kadısı oldu. Kaçırır mı Hoca, o da ne dese beğenirsiniz: Şimdi anladım. Ben senin haylaza bir şeyler öğretmeye çalışırken söylediklerimi, onun yerine kulaklarını dikip hep benim eşek dinliyordu.

Bize gelince n’apalım, bazılarına dolambaçlı gelebilecek yalın yolumuzda ilerleyip işte böyle, gerektiğinde Hoca’nın eşeğine takılıp bazen yavaş, bazen hızlı yaşayıp gidiyoruz.

Öyle de dosdoğru Hoca’yla ilgili bir soru aklı kurcalayabilir şimdi burda: Günümüzde yaşasaydı, şu “modern” diye nitelenen çağda eşeksiz n’apardı Hoca? N’apacak, o da kentin havadar bir kıyıcığına yerleşip olanakların elverdiği oranda külüstür mülüstür bir araba edinirdi eşek meşek yerine. Az önce sözü geçen onarımcı esiniyle kurgulayalım: Varsın, karısı, hep arabanın basındasın, çoluk çocuğa zaman ayırdığın yok, diye vıdı vıdı etsin, ne yapsın yani Hoca da? Mahallenin bastıbacakları, hatta delikanlıları zaman zaman yazı çiziyle, daha da başka el atışlarla başına bir sürü iş çıkartsalar da bir şeylerle oyalanıp gidiyor ya, ona bak sen.

Denemecilik de, hele böylesi eşek araba denemeciliği, hiç olmazsa bir bakıma öyle değil mi, oyalanırken oyalayıp cana can, bilgiye bilgi, görgüye görgü katacak. Deneme, yaşayıp öğrenme, öğrenip yaşama, yaşarken (kuruntu sanılmasın, bazıları için de çekilip gittikten sonra bile) yaşama yöneltisinde bir çalışma.

Böyle şeylerle uğraştığımız için, bizi eşeğe ters bindirmeye kalkışanlar çıkabilir. Böylesi durumlarda herkesin kendi doğasınca davranmasından daha uygunu var mı? Ben gene kimseye yapacak edecek yüklemeye kalkışmadan, yalnızca özüm adına konuşayım: Bocalayıp gittiğimiz şu dünyada azıcık da Hoca’lamanın kime ne zararı var?

Hep halk için dil sevgisini, kültür saygısını, düşünme namusunu candan benimseyelim.Yaşamaya, hep baş dik, yapışmadan sarılalım. Bu arada, başkaları bizimle eğlendiği sanısıyla avunadursun, biz kendimizle, kendimizce eğlenmemize bakalım. Önemli olan kimin kiminle dalga geçtiğini düşünerek sevinmesi değil. Önemli olan yaşamı kendimizce, kendimize uygun niteliklerle, olabildiğince özgeye de yararı dokunacak biçimde birlikte yoğuralım.

Denemeli denemesiz yaşanan şu dünyada yer yer dayanılmaz tatsız tuzsuz dünyada, başkaları oyuna getirdik, diye avuçlarını ovuştursa da gelin biz, yazar olarak, okur olarak “Nasrettin Hoca’laşıp kendiliğimizden eşeğe
ters binelim.

(Nermi Uygur) (Eşekler, İkindiler, Yetişimler)

Etiketler:

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.

Şu Sayfamız Çok Beğenildi
Leyla ile Mecnun Mesnevisi