16. Yüzyılda Halk Edebiyatı

30 Haziran 2013 tarihinde tarafından eklendi.

XVI. YÜZYILDA HALK EDEBİYATI

Bu yüzyıl Divan şiiri, dil ve sanat anlayışı bakımından, halk adı verilen ve okumayı yazmayı pek bilmeyen geniş bir kesime yabancıdır. Halk, Divan şiirini anlayamamış ve şiir geleneğini, kendi içinden çıkardığı ozanlarla sürdürmüştür.Bu yüzyılda Köroğlu, Kul Mehmet, Öksüz Dede, Hayalî, Ozan, Geda Muslu gibi ozanlar yetişmiştir.
Köroğlu’ndan Bir Örnek :

Siyah kâhküllerin dökmüş Kızıl güllere güllere
Elâ gözlerini dikmiş înce yollara yollara
Gel Ayvaz’ım dolaşalım Çamlı Beller’e Beller’e
Doldur elinden içeyim Mest olup serden geçeyim

Seninle bile göçeyim Çamlı Beller’e Beller’e
Gel Ayvaz’ım dolaşalım Çamlı Beller’e Beller’e
Okursun aşkın kitabın Komadın âşıkın tabın
Akıttın çeşmimin âbın Döndü sellere sellere

Gel Ayvaz’ım dolaşalım Çamlı Beller’e Beller’e
Âşıklara vardır meyli Riyazet çekmişem hayli
Ben Mecnun olam sen Leyli Düşüp çöllere çöllere
Gel Ayvaz’ım dolaşalım Çamlı Beller’e Beller’e

Köroğlu der budur derdim Sarardı çehre-i zerdim
Şu benim nihânî derdim Düştü dillere dillere
Gel Ayvaz’ım dolaşalım Çamlı Beller’e Beller’e

Köroğlu

Kimisi pınar başında Kimisi yolun dışında
Al giyen on beş yaşında İlle mavili mavili
Kimisi dağlarda gezer Kimisi incisin dizer
Al giyen bağrımı ezer tlle mavili mavili

Kimisi odun devşirir Kimi kahvesin pişirir
Al giyen aklım şaşırır ille mavili mavili
Köroğlu’m der ki n’olacak Takdir yerini bulacak
Mavilim kaldı alacak ille mavili mavili

Köroğlu
16. Yüzyıl Divan nesrine örnek olarak, Şikâyetnâme’den bir parça okudunuz,16. Yüzyılın bir de Halk nesri vardır. Halk nesri, adından da anlaşılacağı gibi, geniş halk kesiminin hoşlandığı, okuduğu veya dinlediği nesirdir.Halk nesri, dil bakımından (Divan nesrine göre) yalındır. Bu nesirlerin anlatımı açıktır, kolayca anlaşılır. Halk nesrinin kendine özgü. sıcak, çekici, halkın konuşma üslubunda kalıplaşmış bir anlatımı vardır.Halk nesri, geçmiş yüzyılların konuşma dilini göstermesi bakımından büyük bir önem taşır.Özellikle, aşk hikâyelerinde, konu da kalıplaşmıştır. Aşk; iki gencin, birbirini, düşlerinde görmesiyle veya bir ermişim tanıştırmasıyla doğar. Olaylar, erkek aşığın, sevgilisini diyar diyar aramasıyla gelişir ve çoğunlukla da bulmasıyla sonuçlanır. Sonuçlar, mutlu da mutsuz da olabilir.“Âşık Garip”in hikâyesi. Halk hikâyeliliğinin ve nesrinin güzel bir örneğidir:

ÂŞIK GARÎP’LE ŞAH SANEM
Raviyan-ı ahbar ve nâkilân-ı asar şöyle rivayet ederler ki: o iller bizim iller, orda söylenen diller bizim dillerken, İran başka İran, devran başka devranmış. Şehirlerden Tebriz şehrinde Hoca Ahmet derler gün görmüş, umur görmüş; bir Allahm kulu varmış. Kendisi zengin mi dedin, zenginmiş.. arını, davarını yaylalara döksen yaylalar almaz, deryalara döksen deryalar almazmış! Öyle de cömertmiş, öyle de cömertmiş ki, her gün bin yetimi yedirir, bin yoksulu giydirir, daha da var mı dermiş! Hani eli, ayağı yetse, dünyanın öbür ucuna da yetişecek, her düşen başı kaldıracak ama, ara yerde yıkılası dağlar varmış.Bu ak yüreklinin karısı da sanki kendi kaburgasından yaratılmış; huyu, soyu da o kadar ona çekmiş; hayır, hasenatta kocasından geri kalır mı? Dünya zinetine zinet demediği için yıl olur, çeşmeler akıtır; yıl olur, köprüler kurar; daha da olmazsa gönül alır, Kabe yaparmış. İlle ve lâkin bir güne bir gün eşikten adımını atmadığı için ne o köprülerden geçmiş, ne o çeşmelerden içmiş; ne ise geçenler, içenler sağolsun, aldığı dualar ona yeter.Yaralan kimin yoksa versin, bunlara gönüllerine göre sırma saçlı bir kızla altın perçemli bir oğlan vermiş. Hani nâmahremdir, kız kısmının adı ağza alınmaz ki adını bileyim ama, söylendiğine göre Tomurcuk’muş, gül olayım der; filizmiş, dal olayım der; gül gibi kızarır, dal gibi salınırmış ocak başında.Oğulları Resul dersen, on dört, on beş yaşında, bahtiyarlık tacı başında tığ gibi bir delikanlıymış.

(Fakat, bir gün Hoca Ahmet Ölür. Oğlu Resul, daha hayata hazır değildir. Bu yüzden, hem babasının acısıyla hem de tek başına kalmanın yalnızlığıyla sarsılır.Resul’ün bu acemiliğinden ve yalnızlığından yararlanmak isteyenler vardır. Bunların başında Kırk Haramiler gelir. Kırk Haramilerin gözü Hoca Ahmet’in servetindedir.Bu amaçla, aralarında anlaşırlar ve bir tuzak kurarlar. Resul, babasının mezarını her ziyaretinde, bunlardan birisini, babasına “Yasin” olurken, veya babasının rahu için su dağıtırken bulur. Onları alır ve Kırk odalı konağına getirir ve onları konağa yerleştirir.)
Resul, ertesi gün de gidip bakar ki, ne baksın! Kabristanın kapısında tepeden tırnağa karalar giymiş kara yaslı bir adam, bir elinde bir güğüm, bir elinde bir tas; gelip geçene, susayıp içene soğuk soğuk sular dağıtıyor; gözlerinden de bir yumup, iki döküyor, tutup bir tas da ona uzatarak:

“Ölülerinin canı için, dirilerinin başı için bir yudum da sen iç oğul. Hoca Ahmet susuzluktan yanmasın,” deyince Resul’ün tüyleri diken diken oldu bir, bir daha üç tas içtikten geri:”Elin, kolun dert görmesin, ölmüşlerinin canına değsin baba; babamın canını gördün. Bunca yıldır elinden su içenler bir gün olsun mezarına bir tas su dökmediler; sen Allah’ın ne aziz kulusun ki, gelmiş toprağını göz yaşınla ıslatıyor, canı için de tas tas su dağıtıyorsun?” diye sordu.

Sözümona, bu kara yaslı da:”Toprağınca yaşayasın oğul, şu kara toprakta yatan rahmetli, senin babansa, benim de kan kardeşim! Ben onun öl dediği yerde ölür, kanımı yolunda su gibi akıtırdım ama bir gün bana: “Ölüler geceleri susuzluktan yanarmış. Arkada kalanlar, bağn yanıklara bir tas su verirse, onların da ruhu serinlermiş. Resul’ümüzün böyle şeylere aklı, fikri belli yatmaz; kan kardeşim. Allah ömür verir de benden geri kalırsan, sen olsun, susuzlara bir su ver canım için… dedi. imdi ben de, vasiyetini tutup her yanık yolcuya bir tas su veriyorum. Kevser olsun Ahmed’imin mezarında çağlasın. Bu el hiç vermezse, bir tas su verir, ölülerinin canı için bir su olsun vermeyen eli neyleyim? Bu göz ağlarsa ona ağlar; ona ağlamıyan gözü neyleyim?” der.”

(Kırk Haramiler çok kısa sürede, Resul’ü kandırıp her şeyini alırlar. Artık, Resul, çok yoksuldur. Anası ve kızkardeşi cami avlu-sunda yatmaktadır. İşte bu sırada, Şah Sanem’e aşık olur)
Yoksul Resul, içinden böyle alıp. böyle vererek şehrin kıyıcığında çayırlık, çimenlik bir yere kadar geldi; hani susuzluktan yüreği de gayet yanıyordu ama, dolaşıp durmaktan ayaklarına kara su inmişti, “in yok, cin yok; hele şunun şurasında bir soluk olsun dinleneyim, bakıhm Allah ne gösterecek?” diyip yeşil otların üstüne şöyle bir uzandı. Bu son lâfı, lâf gelimi söylemişti ya, hacet kapılarının açtfc olduğu bir zamana rastlamış olacak, Allahtan öyle bir gaflet bastı, öyle bir gaflet bastı ki, gözlerinde görülmedik bir rüya âlemi peyda oldu :
Yeşil giymiş, yeşil başlı bir ermiş… Bir elinde yeşil bir yaprak, bir elinde dolu bir tas başucuna dikilip bir hû dedi ve etti:“Uyan gaflet uykusundan uyan gafil, uyan da şu yeşil yaprağı bir oku, bak ki yazan ne yazmış?”Resul olacak sözde gaflet uykusundan uyanır gibi olup :
“Pirim ben aktan, karadan anlamam; dünyada bir harf bilseydim daha ne ister¬dim, deyince Hazreli Pîr:”Hey gafil, sen âlemi mânada her şeyi okuyup hatmettin; imdi bilmediğin bir nokta, bir harf kalmadı; oku okuyabildiğin kadar bu Allah kelâmını” demesile Resul bismillah çekip yeşil yaprak üstündeki yeşil yazıyı okudu ki, ne okusun:”Gafil insan, gafil insan! Sen kendini yitirmiş de bulamıyorsun; yoksa sende olan kimde var! Başın senin bir kuş kafesi; sesin dersen, Davudun sesi; on parmağının onundan da bal akıyor, amma velâkin aşk olmayınca meşk olmaz ve gurbet gezmeyince insan, insan olmaz!”Resul biçare : “Ben ne imişim de haberim yokmuş” demeğe kalmadı, Hazreti Pîr, bu defa da elindeki doluyu sunup :”Buna pir dolusu, aşk badesi derler; al oğlum bunu, seni, beni yaratanın aşkına iç” dedi. Garip, “seni, beni yaratının aşkına” diyip içti…

Hazreti Pîr bir dolu daha sundu : “Al oğlum, bunu da üçler, yediler, kırklar aşkına iç!” dedi. Garip bunu da “üçler, yediler, kırklar aşkına!” deyip içti.Derken bir dolu daha sundu; garip “ya bu kimin aşkına?” demeğe kalmadı, Hazreti Pîr kudret gülü dedikleri kolunu kaldırmaz mı, bir elinde gül, bir elinde bade öyle bir hanzadc göründü ki gözlerine; gülden gönüllü, badeden tatlı… Kaşları kalem karası; gözleri âhu yazması, boyu servi dal gibi, doğan aya ya sen doğ. ya ben diyor, tâ öylesine güzel! Garip bir baktı, bayıldı; bir baktı, ayıldı; kız dahi öyle oldu; amma ağızlan, dilleri varıp da birbirine “sen hangi yaylanın gülü, hangi gülün bülbülüsün”diyemediler.

Hazreti Pîr ise bir elini birinin, bir elini öbürünün omuzuna koyup etti : “Bu iMm gen biliniz bir âşık Garip, biriniz bir Şah Sanemi Yazan Allah sizin birbirinize yazmış; daha ne duruyorsunuz? Badesi aşkı için ikiniz bir can olun; güller solup gönüller perişan olmadan birbirinizi (Tiflis) de arayıp bulun!” dedikte birbirinin elinden pir dolusu içip dünyalarından geçtiler. Tamam yedi defa bayılıp ayıldıktaıı sonra Resul el sunup zülfünden bir tel alası geldi, amma velâkin eli varmadı. Şalı Sanem bu hali görüp, zülfünü gerdana dizip elindeki gülü attı ona!

Güldür gelip kalbi üstüne düşünce yetim Resul, yoksul Resul, âşık Garip olup uyandı, baktı ki, ne baksın Gül düştüğü yerde, tas durduğu yerde durup duruyor ya, görünürde ne Şah Sanem var, ne de Pır baba.,. Ancak, üç yüz altmış altı damarına birden bir od düşmüş. Kerem misali yanıyor da yanıyor! Garip neye uğradığnı anlamayıp tası aldı pınara seğirtti, içti anam içti babam içti; pınarı kurutuncaya kadar içti ise de alev kesilmedi; ateş kesilmedi. Eh buna aşk demişler, ateş demişler, ocaklarından ırak; gün gün artar, eksilmez. Erinden geçinden üstlerine bir vuslat sabahı asılmazsa yanar tâ kıyamete dek.. Gördün mü bir! Bunca yıldır yetimlikten, yoksulluktan çektiği yetmiyormuş gibi, Garip biçare, bakalım bu aşkın elinden de neler çekecek? Gayrı biz ne diyelim, kaderin dediği olur.”
(Bunun üzerine Aşık Garip adını alır ve saz çalmasını öğrenir. Ülkenin en iyi saz çalanı olur. Şah Sanem’e karşı duyduğu büyük aşkı artık sazıyla dile getirir.)

Kadir Haktan ben bir dilek diledim
Şükür muradım verdi Allah benim

Dilediğim dilek hakka yaradı
Uğruma çıkardı namazgah benim.

Genç yaşımda gördüm dünya gamını
Bu çarhı feleğin serencamını.

Âhu gözlüm sundu aşkın camını
Göründü gözüme doğru râh benim

Diz çöküp de vardım usta eline
Kimse bakmaz yetim, yoksul hâline

Gönül kuş kondurur yârin gülüne
Ölmektir feryad ü zânm ah benim!

(Bütün dileği Tiflis’e gitmek ve orada Şah Sanem’i bulmaktır. Sazıyla, sözüyle Tiflis dilinden düşmez olur. Bunun üzerine, sazını, sözünü dinleyenler, Âşık Garip’e yardım etmek isterler.)
“Bre âşık Tiflis diyip oturuyor, Tiflis diyip kalkıyorsun; ya nediye burada duruyorsun? Yanıp, yakıldığın dersen orada.. Para, pul dersen yine orada.. Öyle zenginler var ki senin ağaları cebinden çıkarır; üçümüz el bir eder, dil bir edersek hem dünyalığımızı tutarız hem de dünya gözile varır sevdiğine kavuşursun!” dediler.Bu söz Garip’in zihnine yattı. Öyle ya. bu hasretlik böyle kıyamete kadar sürüp gitmez! Elinden gelse hemen yola düşecek ama, şu anasile, bacısı belini büküyor yoksa! Bir kahveci yanına durduğunu duyurmuşsa da, yanıp tutuştuğunu daha söylememişti onlara; şimdi damdan düşer gibi varıp da, ateş bacayı sardığını nasıl söylesin?

Âşıklar, Garip’in üzüntüsünü öğrendikten sonra :
“Hele şu düşündüğün şeye de bak; söyliyeceğini telden söyleyemezsen. dilden söylersin; arkanda bırakıp gitmek istemezsen bunları da önüne katar götürürsün; ne olacak sanki, bir dikili ağaçlan yok ya.. Bu yer olmaz, o yer olsun.. Yanndan tezi yok, Tiflis’in yolunu tutalım” diyince Garibin aklı bu işe iyice yatıp, kalktı olanca cemaatle helâllaştı:”
(Âşık Garip, Tiflis’e varır. Şah Sanem’i bulur. Karşılıklı söyleşirler:)

ALDI GARlP

Yağmur yağar, sular basar düzleri Kudrettendir aya benzer yüzleri Burnu hırızmanlı Türkmen kızlan Saram da eğlenem, belki gelmeyem.

ALDI SANEM

Garip bu sözlerin hakka varamaz Sözünde durmayan yiğit olamaz tide güzel çoktur sana yaramaz Var Garip’im sağlığman gelesin.

ALDI GARİP

(Garip) der ki beni hâlim yamandır Yüce dağlar başı tozdur, dumandır Bu aynide bize hayli zamandır Gidem yâr eğlenem belki gelmeyem

ALDI SANEM

Kurbanın olayım aman ey Garip Canım Garip gitme sakın Rum’e sen Gezdiğin yerlerde unutma beni Canım Garip gitme sakın Rum’e sen.

ALDI GARİP
Eğer Mevlâ bana ömür verirse Ağlama sevdiğim yine gelirim Ecel şerbet’ini nuş eylemezsem Ağlama sevdiğim yine gelirim

ALDI SANEM

Mevlâ eriştire bizi o deme Garip dayanamam ben bu siteme Mal istersen verir hüda ademe Canım Garip gitme sakın Rume sen.

ALDI GARİP

Korkma Sanem, gider yine gelirim Gelir de sevdiğim seni alırım Bir zaman Halep’te durup kalırım Ağlama sevdiğim yine gelirim

(Fakat, tekrar ayrılırlar, Aşık Garip, Erzurum’u, Sivas’ı, Konya’yı, Bitlis’i, Mısır’ı dolaşır. Sonunda döner, iki âşık kavuşur ve dillere destan olan bir düğünle evlenirler:)

“Eh düğün de düğün oldu ha.. Ne Tiflis’i kaldı, ne Tebriz’i; ne Sivas’ı kaldı, ne Bitlis’i; ne Hanya’sı kaldı, ne Konya’sı! Çağrılan da geldi, çağrılmıyan da.. Altın tekerlek, gümüş araba Mısır’ın Ali paşası, Cezair’in Veli paşası geldi. Ha şurası ha burası derken göründü Halep paşası. Ağayı, paşası görür de durur mu ya, kuru kadı, kara dadı geldi. Kadının, dadının ardından da kanbur ese, san köse geldi. Gayrı arkası sökün etti. Yedisinden yetmişine kadar Han da geldi, çoban da; her gün bin atlı indi, bin atü kalktı. Kırk gün kırk gece yediler, içtiler, güldüler, eğlendiler; peri düğünleri gibi öyle bir düğün oldu, öyle bir düğün oldu ki, herkesin parmağı ağzında kalmasına ağzında kaldı ya, felek bile eline kınalar yaktı.

Dünya bir yaşına daha girdi. Kırk birinci gün ay ile bahsedip gün ile doğan iki gelin kızı, iki tahtırevana bindirip birbirinden âlâ kurulmuş, döşenmiş iki köşke indirdiler. O gece, Şah Veled’le Garip’in bacısı gerdeğe girerken, Şah Sanem’i de kırk yenge sağında, kırk yenge solunda ve kırk bölük saçı dahi bir gümüş tepsi içinde,nazü nezaketle zifaf odalarına götürüp, “Ey al duvağın sahibi, al emanetini. Yaratan sizi birbiriniz için yaratmış ama, elele vermek için kader, kısmet bugüne imiş. Hani bugünedek çekmediğiniz derdü mihnet kalmadı, kalmadı ya, yazılan yazı bozulurmu? Mihnet çekmeyince devlete konulur mu? Hele sizin eriştiğinize erişmek için insan daha nelere katlanmaz ki! Ve zira, dünya bir yana, Sanem bir yana.. Güzel mi dedin, güzel; iyi mi dedin, iyi; doğru mu dedin, doğru; daha da ne arıyorsan bundadır,bunda! Haydi imdi, elele verip evinizin gülü, bahçenizin bülbülü olun.. Sizi görsün;

yuvalara genlik, şenlik gelsin.. Size baksın; ortalığa dirlik, düzenlik gelsin.. Rahmet
kapılarının açık olduğu bu uğurlu gecede daha ne uğur dileyim bilmem ki!
Geçtiğiniz yerler; bağ olsun, bahar olsun., içtiğiniz sular; kevser olsun, bal olsun..
Ömrünüz, gününüz boyunca, ağız tadiyle yaşayın inşallah!” diyip Şah Sanem’le
Âşık Garip’i elele verdiler, kapıyı dahi üstlerine çekip arkalarına bakmadan döndüler.

Etiketler:

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.

Şu Sayfamız Çok Beğenildi
Romanlar Yazarları ve Özellikleri