Halit Ziya Uşaklıgil
HALİT ZİYA UŞAKLIGİL (1866 – 27 Mart 1945)
İzmir’in tanınmış ailelerinden birine mensuptur. İstanbul’da doğdu. İlköğrenimine İstanbul’da başladı. Bir süre sonra ailesi İzmir’e göç etti. Okula burada devam etli. Bir taraftan da Fransızca dersleri aldı. Daha sonra yabancı bir okula kaydoldu. Edebiyata merakı küçük yaşlarda başladı. Tercümeler yaptı. Bu arada çeşitli yayın organlarında yazıları yayınlandı.
Okulunu bitirdikten sonra, arkadaşlarıyla “Nevruz” adlı bir dergi çıkardı. Bir ara İstanbul’a geldiyse de İzmir’e geri döndü. Osmanlı Bankası’nda çalışmaya başladı. Çeşitli okullarda öğretmenlik yaptı. 1885’de “Hikmet” ve “Ahenk” gazetelerini çıkardı. Aynı yıl ilk romanı Sefile Hizmet‘te tefrika edildi. Bundan sonra sürekli yazdı ve yazdıklarını yayınladı.
1891’de İstanbul’a geldi. Tütün rejisinde başkatip olarak göreve başladı. Servet-i Fünûn topluluğuna katıldı. Mai ve Siyah adlı eseri Servet-i Fünûn dergisinde tefrika edilmeye başlandı. Bu yıllarda başka gazete ve dergilerde de yazıları yayınlanıyordu. 1901’de Servet-i Fünûn kapatılınca 1908’e kadar edebî faaliyette bulunmadı. 1908’den sonra çeşitli gazete ve dergilerde yine yazılar yayınladı. Meşrutiyetin ilânından sonra Sultan Reşad‘ın başkâtipliğine tayin edildi. 1911’de Ayan âzası seçilince bu görevinden ayrıldı. Dârülfünûn’da hocalık yaptı. 1916’da Almanya’ya gitti. I. Dünya Harbi çıkınca geri döndü.
Cumhuriyet döneminde Yeşilköy’deki köşküne çekilen Halit Ziya, çalışmalarını burada sürdürdü. Hayatının son yıllarında büyük romanlarını sadeleştirerek yayınladı. Halit Ziya nesir alanında, çeşitli türlerde çok sayıda eseri olan bir yazardır. En önemlileri ise hikâye ve romanlarıdır.
Servet-i Fünûn topluluğuna girdiği tarihe kadar ki dönem Halit Ziya için hazırlık devresi kabul edilmektedir. Servet-i Fünûn topluluğuna girdiği dönemde ise olgun bir yazardır. Roman türüne ağırlık verdi. Hikâye adlı incelemesinde roman anlayışını açıkladı, bu anlayışa hep bağlı kaldı. Ona göre edebiyatta romantizm ve realizim olmak üzere iki akım vardır. Romantizme saygı duyduğunu; ancak realizmi tercih ettiğini belirtmiştir. Her iki akımdan gelen unsurları birleştirme başarısı gösterdi.
Realizme bağlı kalan yazarın dünya görüşü diğer Servet-i Fünûn sanatçılarından farklı değildir. Rahat ve refah içerisinde yaşamış olmasına rağmen hayata bedbin bir gözle bakmıştır. Romanlarında, o güne kadar yazılan örneklerinde görülmeyen sağlam bir kompozisyon vardır. Olay kahramanlarını daha çok yaşadığı toplumdan ve çevresinden seçti. Ancak bunlar çeşitli sosyal çevrelerden ve mesleklerdendir. Eserlerinde çok zengin bir şahıs kadrosu vardır. Olay kahramanlarını, çevrelerinden ve şartlarından koparmadan, bütün psikolojik yönleriyle göstermede çok başarılıdır. Çevre tasvir ve tahlillerini gözleme dayandırdığı görülür. Ferdin iç dünyası ile sosyal çevresi arasındaki münasebeti, kahramanlarının şahsiyetini en iyi verebilecek şekilde kurmaya çalıştı. Romanlarında belli bir kesimi ele aldı; yanlış batılılaşma üzerinde durdu. Daha çok ev içinde geçebilecek olaylarla, toplumun hastalıklı tiplerini işlediği. Yalnız Mâî ve Siyah adlı eseri diğerlerinden farklıdır. Yazar, bu romanında basın hayatını işledi; sanat ve edebiyat hakkındaki kendi görüşlerini ortaya koydu.
Halit Ziya sayılan iki yüzü bulan hikâyelerinde daha çok şehir hayatına, mahalle içlerine ve semtlerine yöneldi; bu çevrede yaşayan çok defa fakir halkı çeşitli yönleriyle hikâyelerinde işledi. Aşk bu hikayelerde ikinci plândadır.
Roman ve hikâyelerindeki dil oldukça ağırdır. Çok uzun cümleler kullandı. Tasvirlerini sıfatlarla zenginleştirdi. Bu anlatım tarzı eserlerindeki akıcılığı büyük ölçüde zedelemiştir. Buna rağmen sanatkârane bir üslûpla, batılı tarzda hikâye ve romanı o yazdı.
1910’dan sonra roman yazmayı bırakan yazar, bu dönemde sanat ve edebiyatla ilgili hatıralarını ve görüşlerini kaleme aldı ve bunları yayınladı.
Eserleri :
Romanları: Sefile (1886), Nemide (1889), Bir Ölünün Defteri (1889), Ferdi ve Şürekâsı (1894), Mâî ve Siyah (1897), Aşk-ı Memnu (1900), Kırık Hayatlar (1901), Nesl-i Ahîr (1909)
Hikayeleri: Bir izdivacın Tarih-i Muaşakası (1888), Bir Muhtıranın Son Yaprakları (1888), Nâkil (1892), Küçük Fıkralar (1896), Bu Muydu (1896), Heyhat (1896), Solgun Demet (1901), Sepette Bulunmuş (1920), Bir Hikâye-i Sevda (1920), Hepsinden Acı (1934), Aşka Dâir (1935), Onu Beklerken (1935), ihtiyar Dost (1937), Kadın Pençesi (1939), Bir Yazın Tarihi (1900), Bir Şiir-i Hayâl, izmir Hikâyeleri (1950, oğlu tarafından yayınlandı).
Tiyatroları: Kâbus (1918), Füruzan (1918 – Adapte), Fare (1924 – Adapte), Demirhane Müdürü (1884 – Tercüme).
Mensur Şiirleri: Mensur Şiirler (1889), Mezardan Sesler (1889).
Hatıra Kitapları: Kırk Yıl (J936), Saray ve Ötesi (1940), Bir Acı Hikâye (1942)
*Yazarın ayrıca hitabe ve edebiyat tarihi üzerine kitapları da vardır.
———————————————————————
MÂÎ VE SİYAH’tan
— Sadeleştirilmiştir — Yirmi yaşlarındaki Ahmet Cemil, bir yandan Mekteb-i Mülkiye’de okumakta, bir yandan da özel Fransızca dersler vererek ve tercümeler yaparak ailesini geçindirmeye çalışmaktadır. Bütün ümitlerini yazdığı romana ve okulu bitirmesine bağlar. Ancak olaylar hiç de umduğu gibi gelişmez. Mutsuz bir evlilik yapan kız kardeşi ölür. Çalışmaya başladığı gazeteden kovulur. Sevdiği kız başkasıyla nişanlanır. Geleceğin parlak hayalleri ile maviler içinde yüzen Ahmet Cemil; acı gerçekler karşısında ümitsizliğin karanlığına düşer. Yazdığı eserin müsvettelerini yakar. Karanlık bir gecede, annesiyle birlikte bir vapura binerek, imparatorluğun çok uzak bir köşesinde kaymakamlık görevine gider.
Aşağıdaki metin, Ahmet Cemil’in vapurdaki yolculuğunu anlatan bölümden alınmıştır.
Şimdi Ahmet Cemil’in gözleri bulanıyordu. Bütün denizi, semayı bu bulantı içinde karıştırdı. Artık görmeyerek bakıyordu. Biraz sonra ayaklarının altında gizli bir hışıltı ile gecelerin sırlarını taşımaya hazırlanan suların üzerine geniş, uzun bir gölge düştü.
O vakit vapurun kenarına, tahta kanepenin üzerine oturdu. Dirseğini dayadı. Başını avucunun içine koydu. Akşamın serin rüzgariyle saçları uçuşarak, gözlerinin önünde hazırlanan geceye bakmaya başladı.
Burada saatlerce böyle, yemek için aşağıya inmek istemeyerek güvertenin şu tenha halinde burada düşünmek için kalmayı tercih ederek, oturdu. Fakat düşünemedi. Yalnız burada gecenin soğuk ye’sini teneffüs ederek bütün hayatının mihnetlerini dinlendirmek, bu karanlığı zehirleyerek soğutan karışık bir ilâç gibi içmek, kana kana ciğerlerini onunla doldurmak istiyordu.
Bu, siyah bir gece idi. Öyle bir gece ki gökler bütün kandillerini söndürerek denizlere, o bilinmezlikler dünyasının gizli şeylerini dökmek için hazırlanmış gibiydi. Yalnız ilerde direklerle bacanın, birer serseri şeklinde yürüyen gölgelerine karanlıklar içinde rehberlik eden vapurun kırmızı feneri, bu siyahlıklar arasında açılmış uzak bir kırmızı göz gibi parlıyordu. Bu siyahlıklar…
Ahmet Cemil, işte şu saçlarının arasından üşüterek geçen rüzgarın, kanatlarını çırpa çırpa, bu siyahlıkları semalardan denizlere döktüğünü hissediyor, görüyor, onların feşfeşeli düşünüşünü işitiyordu. Kendi kendisine, içinden, hep şahsî üslûbunun deyimlerini tekrar ederek:
“Sanki bir bârân-ı dürr-i siyah!…” diyordu.
Birden bu siyah gecenin karşısında aklına başka bir gecenin hatırası geldi.
Tâ hülya hayatının başlangıcında, ümitlerinin pırıl pırıl olduğu zamanlarda, Tepebaşı Bahçesinde, Halic’e bakarak seyrettiği mavi gece ile o elmas yağmurunu hatırladı.
Gözlerinin önünde o mavi gece ile siyah gece karşılaştı:
Mâî ve siyah!…
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış.